12 Nisan 2013 Cuma

Du Bakalım



Şimdi şöyle oluyor; sen kendini “biri” sanıyorsun ve de akıllı. Kül yutmaz, adil,cesur, agresif. Lider ve entelektüel; duyarlı ve empatik. Hayal dünyasını, gündelik yaşama rağmen koruyabilen.. Neyse işte.. Sonra bir şey oluyor; sen kendini “minnacık” hissediyorsun ve aptal. Kandırılmışlık hissiyle debeleniyorsun. Haksızlığa uğramış ve işe yaramazsın o an. Tabi bildiğin her şey anlamını yitiriyor. Adalet ve aidiyet, kitap ismini çağrıştırıyor sadece. Etrafta dolaşan kocaman bir soru işareti oluyorsun. Arada ünlemleşmeye yeltensen de sesin çıkmıyor. Kolay değil küüüt diye her şeyin ters yüz olması. Sonra yine bir şey oluyor. Sen kendini “biri” sanmak istiyorsun, ama dilin yandığı için “du bakalım, hemen havaya girmiyim “ diyorsun. 

Bildiklerini tekrar gözden geçiriyorsun. Cesaretin “körlemesine dalış”tan daha farklı bir anlamı olduğunu, adaletin iki taraflı bir madalyon olduğunu, kül yutabileceğini hatta kül kusabileceğini falan anlıyorsun. Aptallık ile akıllılığın oranları değişse bile, her bünyede mevcut olabileceğini kabulleniyorsun. Duyarlı olmanın ve empati kurmanın insanoğlu ile ilişkilerin her aşamasında işe yaramayacağını da kavrıyorsun haliyle. Hayal dünyanı korumaya devam edebildiysen bu evrilmeler esnasında, şanslı oluyorsun. Çünkü “gerçekte olduğun kişi”ye ulaşma yolundaki tohumların muhafaza edildiği yer orada.
 
Şimdi, bu yazıya bir son gerek, ama son yok. Zira hayat hala devam ediyor ve evrilmelerin ne zaman nerede seni bulacağını bilmiyorsun. Evet.

8 Nisan 2013 Pazartesi

Nehir ve Soğuk Adam



 ---1----
22 Aralık 2008

Akşamdan kalmışlığın verdiği mide yanmasını bastırmak için mutfakta bir şeyler aradı. Dolapların birinde bulduğu komik şekilli kurabiyeyi ağzına atarken, yine o meşhur sorusunu sordu kendine; bu sefer olacak mı?
Bakalım, diyerek odasına döndü. Karşı apartmanın karanlığına bakan penceresini açtı ve bilgisayarın başına oturdu. “Bugün olmalı, artık olmalı. İstedikleri gibi bir şey yazabilirim...” diye mırıldanırken, diğer odada hala uyumakta olan sevgilisini düşündü. Birazdan uyanacak, sabahın köründe nereden geldiği belli olmayan sinir bozucu bir enerji ve mutluluk haliyle yanına gelecek “günaydııın aşkım, hadi bir şeyler yiyelim” diyecek ve zaten zar zor sağladığı konsantrasyonunu o sevgi pıtırcıklığıyla bir anda yok edecekti. Ama artık buna bir son verebilecek güçte hissediyordu kendini. Biraz üzülecekler, biraz bağrışacaklardı, ama en iyisi bitmesiydi. Bunları düşünürken içeriden yükselen “günaydınn aşkım, kahve ister misin? “ sorusunu duymazdan gelerek klavyenin tuşlarına sertçe dokunmaya başladı. Gelişigüzel kelimeler yazıyordu ardı ardına. Ve sonra tekrar siliyordu. Gözleri, izmaritle dolu küllüğün altında duran dosyaya kaydı.
“Lanet olsun yaa! Lanet! Lanet!” diye bağırdı. “Nasıl bir ülke abi burası, nasıl bir memleket? Bir Allahın kulu da anlamaz mı bilimkurgudan!” Anlamıyorlardı işte, aylarca en büyüğünden en küçüğüne onlarca yayınevine gitmişti. Daha kitabın ilk cümlesini okuduklarında bakışları değişiyordu çok bilmiş editörlerin. Evet, belki de o ilk cümleyi değiştirmeliydi; “Uzayda hayat olmadığını iddia eden bir bilim adamı daha evinde ölü bulundu” yerine başka bir cümle kursa belki her şey değişecekti. Ama yapamazdı. Bu kitaba, daha da önemlisi yıllardır verdiği emeğe bir ihanet olurdu. Aylardır başka bir yol arıyordu. Hem bu kaypak edebiyat dünyasından intikamını almak, hem de uğradığı haksızlıkla yerle bir olmuş egosunu tamir etmek için bir yol… Ve o gün buldu.
--2---
4 Ocak 2009
“Alo Çağlar…Eevet benim… İyiyim sağol.. Haa o mu? Bilmem... Ayrıldık biz. Bir hafta falan oldu… Sağol sağol… Neyse ben seni başka bir şey için aramıştım… Bugün görüşebilir miyiz? Önemli oldukça... Tamam saat 3 iyidir. Tamam, biliyorum orayı… Hadi görüşürüz.”
--3--
7 Nisan 2009
Ülkem Gazetesi Kültür- Sanat Sayfası’ndan:
“.... ilk kitabı Nehir ve Soğuk Adam ile okuyucusuyla buluşan N... C... “yüreğim ile yazdım” dediği romanıyla ilgili olarak....”
En Son Söz Gazetesi Kültür- Sanat Sayfası’ndan:
“Nehir ve Soğuk Adam... Bir ilk roman için oldukça başarılı bulunan kitapta, yazınsal bir ziyafet sunuyor genç yazar N.... C...”
Yokluk Edebiyat – İnceleme Dergisi / İlk Eserler bölümünden:
“ ... hiçbir soğuk bu kadar titretmemişti masum ruhunu...’ Kitabın daha ilk cümlesi okuru kendine çekiyor...”
--4---
8 Nisan 2009
“Alo Çağlar…Evet gördüm gördüm hehehhe… Abi bunların topu salak yemin ederim. Yalnız çok kısa sürede organize etmeliyiz kitap tanıtım gününü, evet, hı hı… Ben de ondan tırsıyorum ya. Oturduk el alemin neydüğü belirsiz adamının romanını çevirdik bi güzel de… Valla biri uyanırsa mahfoluruz. Adam da amma duygulu yazmış ya .. bak bak isme bak “Irmak’ta Yüzen Sessiz Kalp” hahaha. Gizli kalmış Hollanda cevheri mübarek..
Bizim isim daha fantastik bence.. hahaha. Tamam arkadaşım.. sen birkaç arkadaşını daha ara.. tanıtım günüyle ilgili de şişirsinler bişeyler.. yok ama , ciddi örgütsünüz siz .. nasıl atıp tutmuşlar daha 1 sayfa okudukları kitap hakkında.. hahahha. Neyse kapatıyorum şimdi.. unutma tarihi söylemeyi .. evet 18 Mayıs’ta.. sponsorla görüşücem bugün.. hadi öptüm”
--5---
18 Mayıs 2009
Aymilton Oteli’nin büyük salonundaki kalabalık, hafif mırıltılar ve arada yükselen şuh kahkahaları saymazsak, sakince bekliyorlar, az sonra başlayacak olan tanıtım konuşmasını.. Fonda çalan klasik müzik, ellerindeki şarap kadehlerine eşlik ediyor. Edebiyat dünyasının en klas isimleri, yazıya yön verenler, editörler ve yayınevi sahipleri, yeni şairler, usta romancılar.. Ve elbette medya dünyasının neferleri, hepsi bir arada... Birden müzik kesiliyor. beş kişilik bir müzik gurubu sahneye çıkıyor .. Tüm konuklar şaşkın, çünkü grup üyelerinin yüzlerinde rengarenk maskeler var, uzaylı maskeleri ... Ve elektro gitarın sesiyle irkiliyorlar. .. Artık fon müziği diye bir şey yok , yaşayan bir müzik var.. “Killing in the name of.. dı dım dı dım.. Killing in the name of”… O sırada yüzlerinde yine uzaylı maskeleriyle bir gurup insan ellerindeki kutuları konuklara dağıtıyor.. Killing in the name of... dı dım dı dım.. hediye paketleri... yavaş yavaş açılmaya başlıyor .. dı dım dı dım Killing in the name of... ilk kutu açılıyor ve ilk çığlık atılıyor .. Killing in the name of dı dım dı dım.... bir kitap ve üstüne iliştirilmiş bir not... “Şu an elinizde tutuğunuz şey kitap süsü verilmiş bir bombadır... eğer yavaşça yere bırakır ve aynı anda etrafınızda iki kez dönerseniz bir şey olmayabilir.. ya da bence direk kaçın!!” dı dım dı dım Killing in the name of!!!!!
İkinci bir çığlık duyuluyor ardından üç, dört... Müziğin harareti yükseliyor... Salondakilerin bir kısmı kımıldamadan duruyor, kocaman açılmış gözlerle etraflarına bakınıyor... Bazıları kendi etrafında dönüyor...Ve büyük bir kısmı da koşar adımlarla çıkış kapısına yöneliyor... Bir anda müzik susuyor... yazarımız sahnede...Elindeki mikrofona bakıyor, bakıyor... Gülümsüyor... “Bu eserimi yaratmama yardımcı olan herkese sonsuz teşekkür ederim.. umarım küçük hediyelerimizi beğenmişsinizdir... uzatmayacağım, sadece minik bir temennimi paylaşmak istiyorum sizlerle sevgili misafirler... umarım bundan sonra görüşeceğimiz tek yer cehennem olur.” Diğer elinde tuttuğu kumanda aletinin düğmesine basıyor...Aynı anda 500 kadar kitap süsü verilmiş nesne havalanıyor ve komik sesler çıkararak tekrar yere düşüyor... Salonda çıt yok... Sahneden inmekte olan yazarımızın ince ve yüksek topuklu ayakkabılarından çıkan tıkırtı dışında...

I'm Deranged. David Bowie soundtrack "Lost Highway" 1997

Biraz iyi müzik...




4 Nisan 2013 Perşembe

Black Mirror Üzerine




Black Mirror… Bu İngiliz yapımı dizi ile tanışmış olmaktan gerçekten mutluyum.. Zira ciddi bir sistem eleştirisi, insanoğlunun teknoloji-bilim ile imtihanı ve daha bin türlü hali mevzu bahis. Sert ve sarsan hikayelerini, aslında son derece basit ve anlaşılır konular üzerine kondurabilmeyi başarmış olan diziyi izlerken, sosyolojiden, bilimkurguya, aşktan, felsefeye, Facebook’tan Twitter’a dolanıp duruyorsunuz. Ayrıca tempo neredeyse hiç düşmüyor ve her bir bölümü farklı bir yönetmen tarafından çekilmiş dizi neredeyse sinema filmi
tadı ile belleğinizde yer buluyor.


Diziyi ilk kez izleyecekler için mutlaka birkaç öneri-uyarı yapmak lazım. Ama merak etmeyin sürprizlerinden ya da sarsıcılığından bir şey kaybettirecek uyarılar değil bunlar.

Birincisi mümkünse diziyi (özellikle ilk bölümü) dolu bir mideyle izlemeyin. Tesadüfen benim midem boştu ve buna bu kadar mutlu olduğum pek az an yaşamışımdır.

İkincisi eğer sıkı bir hayvan hakları savunucuysanız (yine ilk bölüm için geçerli) dizi sizin üzerinizde hedeflenin üstünde bir tahribata yol açabilir. İzlemeseniz belki daha iyi, amaaaann başka dizi mi yok sanki?

Üçüncüsü yanınızda, yörenizde yaşı küçük olan biri varsa izlemeyi başka bir zamana bırakın. Zira +18 lik öğeler barındırıyor.  

Peki neden izlenmeli Black Mirror? Biraz da buradan bakalım... Şimdi, her şeyden önce girişte de değindiğim gibi ciddi bir sistem eleştirisi barındırıyor hemen her karesinde. Sisteme entegre olmuş insanoğlu ile olamamışların hikayeleri yer yer paralel gidiyor, bazen de mücadeleye giriyor. Bilimkurgusal öğelerin üzerine kurulmuş hikayeleri garip bir biçimde kabulleniyorsunuz. En olmaz dediğiniz şeyi izlerken bile, bir süre sonra kendinizi "evet bu olabilir" derken buluyorsunuz. Bir süre afallayıp sonra düşünmeye başlıyorsunuz. İçiniz acıyor şu an içinde yaşadığımız reel ve sanal dünyanın bizleri getirebileceği tüm bu olasılıkları düşünürken. Ne yalan söyleyeyim, dizinin 3 bölümünü izledikten sonra bir süre Facebook'a ve Twitter'a giremedim. Sonra fark ettim ki insanoğlunu istenmeyen o noktaya getirebilecek olan her şey, aslında yine onu o noktadan döndürebilecek güce de sahip. İşte konu buradan sonra biraz daha derinleşiyor... Bu da başka bir yazının başlangıcı olsun....

3 Nisan 2013 Çarşamba

İlk Yazı Diyelim




İlk yazı olarak biraz iç sıkıcı bir metin olduğu doğrudur. Ama işte ne ise o bu aralar benim için her şey. Allahtan uzun yazmayacağım sevgili okuyucu, şanslısın.

Diyorum ki, içinde yaşadığımız toplum gibi biz de her gün sınanıyoruz aslında. İlişkilerimiz, inançlarımız, sevdiğimizi düşündüğümüz şeyler sınanıyor. Algılarımız gerçeklikle kavga ederken olan yine bize oluyor. Dikkatli olmak lazım ve de samimi… Kardeşe, dosta, düşmana söylediklerimizin temelinde yatanı kendimize söylemek lazım önce. Önce kendine karşı acımasız olmalı insan. Yoksa içimizde döner durur şüphe, yer bitirir hepimizi. Yoksa kendinizle de barışamazsınız, içinde yaşadığınız toplumla da. 


Bu söylediklerim ne kadar mümkün peki? Ben yapabiliyor muyum tüm bunları? Ben kendi cevabımı içimde veriyorum şu an, peki ya siz? İğneyi mi batırıyorsunuz kendinize, çuvaldızı mı? Hep beraber bir dürüst olalım. Bunu bugün yapalım. Ertelemeyelim, zira bu sorgulamayı derinlemesine yapmadığımız her geçen dakikada bir şeyler yok olup gidiyor bir yerlerde.