19 Kasım 2013 Salı

SU



08/05/2148

Yerin 47 metre altında, umuda doğru yol aldığım o yerde, gerçeğin soğuk duvarına çarptım; aldatılan sadece ben değildim, bütün bir insanlıktı.

Durum

Dünyamızdaki su kaynaklarının tükenmeye yüz tutmasının ardından geçen onlarca yıldan sonra, ilk kez insanlık için bir umut doğmuştu ve bu umudun bir de adı vardı; “Treope”. Haber birden yayıldı, bilim insanlarının 22 yıldır üzerine çalıştığı, trilyonlarca krotluk bütçeye sahip proje, nihayet sonuçlarını vermeye başlamıştı. Buzulların erimesi, kıtaların büyük depremlerle parçalanması ve tatlı suların ardından denizlerin de kurumasıyla yaşanmaya başlayan korkunç yıllar artık geride kalacaktı. Atmosferdeki nemi kullanarak su üreten dev fabrikaların, nemin geri dönüşümünü artık sağlayamaz olduğu, kuraklığın katlanarak korkunç bir hızla yayıldığı bir dönemde Treope Projesi, hepimiz için beklenen kurtarıcıydı.

Treope

Proje aslında basit bir teoriye dayanıyordu; laboratuar ortamında suyun moleküler yapısına küçük bir ekleme yapılacak ve su bu haliyle doğal kaynak haline gelebilmesi için toprağa ekilecekti. Bir süre sonra toprak altında çoğalan su, doğal bir kaynak gibi hareket edecek, yeterli olgunluğa ulaştıktan sonra da yer altından çıkartılıp tüketilebilecekti. Ama başlangıçta basit gibi görünen “su ekme” işleminde, önceden hesaplanamayan birçok sorunla karşılaşıldı. Öncelikle, tarımda doğal olmayan yollarla çoğaltma yapmak için farklı bir versiyonuyla uzun zamandır kullanılan ve Treope kapsamında su molekülüne entegre edilen “Silos” eklentisi, beklenmedik bir şekilde “çoğaltmayı” reddetti. Laboratuar ortamındaki deneylerde pozitif çıkan sonuçlar, iş doğanın kendisine uyumlanmaya gelince negatife döndü. (O günlerde çoğu kişi bunu “doğa ananın yapay olana tepkisi” olarak yorumlamıştı.) Bunun üzerine Silos’un doğaya uyum sağlamasını kuvvetlendirecek ve tam 8 yıl süren yeni bir çalışma dönemine girildi.  İşte ben de o yıl, 26 yaşında genç bir doktor olarak Treope Proje asistanlarından biri oldum. Benim gibi dünyanın en iyi üniversitelerinden özenle seçilerek işe alınan 282 asistanla beraber, büyük bir heyecanla görevimi yapmaya başladım, her şeyin değiştiği bu ana kadar…

İsyan

Doğa sporlarına düşkünlüğüm ve bu konuda aldığım eğitimler, bir süre sonra beni Treope Projesi’nin alan çalışmaları yapan bölümünde üst düzey bir konuma getirdi. Artık “şef”lerden biriydim. Görevim, keşfetmekle ilgili güdülerimi tatmin edebildiğim bir oyun alanı gibiydi. Tüm dünyayı dolaşarak Siloslu suyumuzu ekebileceğimiz uygun alan arıyor, ekimi yapıyor, sonra da kaynağın gelişimi ile ilgili raporumuzu hazırlamak için ekim alanına geri dönüyorduk. İşim zevkli fakat bir o kadar da zordu; çünkü gezenimizde uygun şartları taşıyan toprakların çoğu son nükleer savaşta büyük ölçüde zarar görmüştü. Ölçümlemeler radyasyona maruz kalmış alanların çoğunda daha 300 yıl su ekiminin yapılamayacağı sonucunu vermişti. Dolayısıyla geriye kalan kirlenmemiş toprakların tespiti zaman alıyordu. Ama nihayetinde 12 ayrı kıtadaki 17 alanda ekim yapılabildi. Coğrafi koşullar da göz önüne alınarak her bir bölge için farklı kaynak oluşma süreleri ön görüldü. Bu sürelerin sonunda ölçümlemeye gittiğimiz kaynakların hiçbirinde hedeflenen büyümenin gerçekleşmediğini görmek hepimiz için büyük bir hayal kırıklığıydı.
Artık karaborsada satılan suya ulaşmak için sadece zengin olmak da yetmiyordu; toplum yöneticileriyle ya da suç örgütleriyle iyi ilişkileriniz olmalıydı. 30 yıl önce başlayan bölgeler arası savaşlarda sağ kalanlar, şimdi de kendi içlerinde su için mücadeleye başlamıştı. Bunun ardından toplum yöneticilerine karşı bir isyan geleceği konuşuluyordu sokaklarda. Tam da böyle oldu, halk örgütlenmeye ve toplantılar düzenlemeye başladı. Yöneticilere karşı düzenlenen 2 büyük gösterinin ardından 92 direnişçi, bir daha haber alınamayacak şekilde ortadan kayboldu. Kaos,  kurak topraklarımızın üzerinde dolanan kahverengi gökyüzüyle beraber üzerimizde gezinmeye başlamıştı. Ama birden her şey değişti, Treope’den gelen son haber herkesi yeniden ve bu kez çok güçlü biçimde umutlandırdı. Gösteriler ve toplantılar yerini kutlamalara bıraktı; dördüncü ekim alanındaki büyüme hızlanmıştı ve biz de ekip olarak hemen bölgeye yönlendirildik…

Cennet

Hydra Dağı’nın su ekiminde başarılı sonuç vermesine şaşırmamıştım, zira savaşlar dönemi öncesi burasının “su cenneti” olduğunu anlatan onlarca bilgiye rastlamıştım.
Ve şimdi işte bu efsanevi dağda, yeni bir efsane yaratılmak üzereydi.
Bizden önce bölgeye varmış olan teknik ekip, ekim yapılan derinliğe inmemizi sağlayacak Xayra’nın son hazırlıklarını yapıyordu. Teknik şef Nitzs, toprak altı araştırmaları için tasarlanmış 11 metre boyundaki Xayra’ya koordinatları girdikten sonra ekibimdeki 2 kişiyle birlikte yola çıktık. Hemen her konuda bilgili, sessiz ve kendi halinde biri olan Nitzs’in yola çıkmamızdan 5 saniye önce kurduğu “lütfen dikkatli ol Sanra” cümlesi ve endişeli bakışı aklıma geldi. Onu hiç böyle görmemiştim. 88 dakika sürecek yolculuğumuzun yaklaşık 30 dakikasında bu cümleyi ve Nitzs’in bakışını düşündüm… 45.dakikaya girmiştik ki büyük bir gürültüyle sarsıldık ve her birimiz koltuklarımızdan birer karış havalandıktan sonra sertçe geri düştük. Apar topar maskemi taktım ve neler olduğunu anlamak için Xayra’nın kapsını açan butona bastım. Xayra, önündeki 4 metrelik alanda bulunan organik her şeyi temizleyerek ilerliyordu ve bu demekti ki çarptığımız her neyse toprak ya da kaya değildi. Kapının açılmasıyla birlikte karşılaştığım manzara beni olduğum yere çiviledi. Önümde yaklaşık 5 metrelik bir kapı duruyordu. Sua ve Tark’ı da çağırdım ve onlar şoklarını yaşarken ben de ölçümleme işlemine başladım. 20 cm kalınlığındaki kapı melinyumdan yapılmıştı. Bu da kapının ardındakini görebilmemizin tek yolunun atrek solisyonunu kullanmak olduğu anlamına geliyordu. Toplum yöneticilerinin iznine bağlı olarak kullanılabilen bu solisyonun ekibimizde rutin olarak bulunuyor olmasına bu denli sevineceğimi hiç düşünmezdim. Ekibin biyokimyacısı Sua’nın 15 dakika içinde kullanıma hazır hale getirdiği solüsyonu kapıya uyguladık ve metalin erimesini beklemeye başladık. Hiçbirimizden çıt çıkmıyordu. Kapı incelmeye, bir süre sonra şeffaflaşmaya başladı. Nihayetinde artık diğer tarafla aramızda bir engel kalmamıştı. Beyaz yer taşları ve siyah duvarlardan oluşan bir koridora bakıyorduk şimdi… Yürümeye başladık… Biz yürüdükçe koridor da aydınlanıyordu… En fazla 4-5 metre ötesini görebildiğimiz beyaz zeminde ilerledikçe yaşadığımız gerginlik yerini meraka bırakmaya başladı. Neredeydik? Bu yerin Treope’yle bir ilgisi var mıydı?
DEFALARCA BURAYA GELMİŞ OLAN BEN, NASIL OLUR DA BURAYI BİLMEM?
Nihayet koridorun en sonunda bir ışık belirdi… Işığın aydınlattığı girişe ulaşıp da içeriye baktığımızda donup kaldık. Göz alabildiğine uzanan su dolu bir alan ve üzerinde yükselen tesis... Devasa büyüklükteki tesisin bölümleri arasında bir o yana bir bu yana giden insanlar. Burası neresi? Bu insanlar kim? Ve en önemlisi bu su nasıl burada olabilir?! 
Sua ve Tark’la göz göze geldik. Şu an beynimize üşüşen soruların olası cevabını aslında  biliyorduk ve bunu kabul etmemek için kendimizle mücadele ediyorduk. Geçen yıl bir isyancı grup tarafından yayıldığı düşünülen virüslü bir hologram mesajını hatırladım:
“SİZ TREOPE YALANINA İNANANLAR! SİZ YILLARDIR BİR UMUDUN PEŞİNDE KOŞTURULANLAR!  BİLİN Kİ GERÇEK OLAN TEK ŞEY VAR: KANDIRILIYORSUNUZ! TOPLUM YÖNETİCİLERİ HİÇBİR ZAMAN SUYA KAVUŞMANIZA İZİN VERMEYECEK! ÇÜNKÜ SU “YAŞAM” DEMEKTİR. ÇÜNKÜ YAŞAMI KENDİSİNE BAĞLI BULUNDURMAYAN BİR YÖNETİM, SİZE HER İSTEDİĞİNİ YAPTIRAMAZ. ARTIK UYANIN TREOPE YALANINDAN!”
O zaman isyancı grubun kaos yaratmak için uydurduğuna emin olduğum o sözler, şu an beynimde yankılanıp duruyordu. Kandırılıyorsunuz! Hiçbir zaman suya kavuşmanıza izin vermeyecekler!
Tüm çabalara rağmen projenin yıllardır sonuçlanmamasının nedeni, aslında bazı güçlerin buna izin vermemesi miydi? Bu olabilir miydi? Uzun zamandır süren araştırma-geliştirme çalışmaları, alan taramaları, bekleyişler, harcanan onca krot… Hayır! Bu mümkün değil. Bunca yıl bu kadar korkunç bir yalan söylemiş olamazlar... İçimden geçen şüphe trenini durduruyor ve geri yolluyordum ama o 1 saniye içinde yine geliyordu.    O an, ekiple aramızda projenin neden sonuçlanamadığı konusunu bugüne kadar hiç konuşmadığımızı fark ettim. Sadece yapmamız gerekenleri yapıyor, ardından sessizce küplerimize geri dönüyorduk. İyi kazançlara sahiptik, büyük küplerde yaşıyor, güzel yerlerde yemek yiyebiliyorduk. Hatta 17 günde bir izin bile yapıyorduk. Ve şimdi fark ediyordum ki hiçbir zaman, hiçbir şey sormuyorduk! Diğer insanların bizim kadar şanslı olmadığını görüyor ama bunun için üzülüyor olsak da kılımızı kıpırdatmıyorduk.
Trak’ın sesiyle düşüncelerim bölündü “Nitzs farklı bir koordinat girmiş ve bunu belli ki bilerek yapmış, bize olup biteni göstermek için…” Haklıydı… Nitzs gerçeğin koordinatlarını her şeyi göze alarak girmişti Xayra’ya. Bizimle bildiklerini paylaşmamıştı, inanmayacağımızı düşünüyordu, hatta biliyordu. Ayrıca başı da belaya girerdi. Onun yerine bize gerçeği göstermeyi tercih etmişti. Yine de emin olmalıydık. Sua ile beraber dikkat çekmemeye çalışarak, tesisin merkezi olduğunu tahmin ettiğimiz yuvarlak yapıya doğru ilerlemeye başladık. Merkez binaya vardığımızda dev hologramda sürekli akan verileri gören Sua heyecanla kolumu tuttu “İnanamıyorum Sanra! Şu an çok büyük bir su kaynağının üzerinde duruyoruz! Bu nasıl olur?! “Olur” dedim, “Hep oradaydı o kaynak. Yıllardır saklıyorlardı. İsyancılar haklıydı anlıyor musun? Hepimizi kandırdılar!” Her şeyin ters yüz olmaya başladığı bu noktada gerçek tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştı: Hepsi, 22 yıldır olan biten her şey, aslında toplumsal bir “köleleştirme, pasivize etme” planının parçasıydı. Kim bilir daha kaç tane su kaynağı vardı böyle… İnsanlığın kullanımına açmak yerine depolanan, “güç” için insanlıktan esirgenen… Midem altüst olmuştu. Bir an önce buradan çıkıp herkese gerçeği söylemeliydik.
Ya yeryüzüne hiç çıkamazsak? Ya fark edilirsek?
İşte bu korkutan ihtimal nedeniyle size bu kaydı bırakıyorum dostlarım. Eğer bize bir şey olursa, Nitzs’e yolladığım bu kayıt size yol gösterecek. O kaynakları bulun. Treope belki bir hayaldi ama biz ona inanmıştık. Eğer toplum yöneticilerimiz izin verseydi bu hayal çoktan sonuca ulaşacaktı. Sadece isyanı bastırmak için bir köpeğin önüne atılan kemik gibi bize küçücük bir umut vermeye kalktılar! Zaten bizim olanı, hep orada olanı gerçeğe ulaşmamamız için kullanmaya kalktılar. Dünyamızın farklı bölgelerinde daha pek çok gizli kaynak var. Treope gerçekleşene kadar hepimize yetecek kadar çok! Gidin ve suyu, yaşamınızı, geleceğinizi alın!

09/05/2148

Yeni bir mesajınız var
Şimdi izleyeceğiniz görüntülerden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Çünkü; izleyeceğiniz görüntülerdeki üç insan, yerin 47 metre altında, umuda doğru yol aldıkları o yerde, gerçeğin soğuk duvarına çarptılar. Aldatılan sadece onlar değildi, bütün bir insanlıktı. Bu cesur ve onurlu insanlar, çocuklarımızın ve tüm dünyanın geleceğini geri aldı. İnsanlık var oldukça bu üç insan da aramızda yaşamaya devam edecek… 
Onlar sayesinde artık hepimiz biliyoruz;
Suyun belleği hepimizi özgür kılacak…

Nitzs Aris

6 Temmuz 2013 Cumartesi

O AĞACIN ALTINDA SOLUKLANMAK


Hz.Muhammed, Mevlana, Ahmet Usta, Güler Teyze, Nyota, Chiaki…  Mustafa Kemal,  Che Guevera, Yaşar Amca, Leo, Abdullah, Dilan, İdris… Sence bu isimlerden hangisi, birbirine çarpan yapraklarının melodisiyle huzur, azametiyle anlam, vakurluğuyla güven veren kocaman bir ağacının altında soluklanmamıştır? Soru çoktan seçmeli değil, yaşam ise seçimlerinin toplamı. Anlarla örülmüş, geçmişten taşımayı tercih ettiklerinle bugününü ve yarınını şekillendiren…

Ben; 1975 yılında doğmuş, 80’lerde çocuk, 90’larda genç olmuş bir dünyalı. Uçan Kaz Morton’u da alıp uzay gemimle seyahat etmeyi, Zapataistalara katılmayı da hayal etmişliğim vardır, Kurtuluş Savaşı yıllarına dönüp sırtımda cepheye mermi taşımayı da. Punk da dinlemişliğim vardır türkü de. İngiliz usulü sütlü çaya da, Türk usulü bol telveli kahveye de bayılırım. Ama beni “çok” yakından tanıyanlar bilir ki ben en çok “ağaçlara” hayranımdır. Kendimi bildim bileli kurduğum düştür bir gün miLyarlarca(!)J farklı ağaçtan oluşan bir “ağaç bahçesi” oluşturabilmek. (Bu arada İlk sayımızdaki yazımın “ağaç-bahçe-İstanbul” çerçevesinde olması da tarihi zamanlara tanıklık ettiğimiz şu günlerde, hoş ve anlamlı bir tesadüf olarak kişisel tarihçemdeki yerini almış oldu) Düşünsene küçüklü büyüklü bir sürü farklı ağaçtan oluşan, miss gibi kokan, alabildiğine uzanan o bahçeyi? Tek başına güzel, bir aradayken muhteşem görünen o ağaçları.  Ve tıpkı o ağaçlar gibi yan yana muhteşem durmaz mıydı her renken her dilden her yaştan insan? İmkansız mı? O zaman en başa geri dönelim…

Hz. Muhammed bir Hadiste “Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize kin tutmayınız, birbirinize çirkin sözler söylemeyiniz, birbirinize sırtlarınızı dönmeyiniz, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Allah'ın kulları kardeşler olunuz” der. Mevlana “Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diye seslenir en içimize. Mustafa Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü, “barış” kavramıyla bütünleşmiştir zihinlerimizde. “Bir devrimci başkasına atılan tokadı kendi yüzünde hissedendir” derken, kendi ideolojisinin dilinden, evrensel bir kavramı da, empatiyi de örneklendiriyor gibidir Che Guevera. Dünyayı daha “iyi” bir yer yapma misyonunu üstlenmiş, örnek olmuş, milyonları etkilemiş ve etkilemeye de devam eden bu insanların en önemli ortak noktası “insanlığa” inanmış olmaları; onlara atfedilen mertebe ne olursa olsun. Peki durum böyleyse Yaşar Amca, Leo, Abdullah, Dilan, İdris, Ahmet Usta, Nyota, Chiaki, Güler Teyze neden bir arada yaşamasın? Çok düz bir mantık değil mi? Evet öyle. Tam da bu düzlükten ve basitlikten kaynaklı olarak da gerçekleşebilir bir şey. Sen buna inanmayabilirsin ama buna inanan milyonlarca insan olduğunu biliyorum. Onların bir kısmıyla her gün karşılaşıyorum, bazen aynı yolu yürüyoruz, ama muhakkak aynı heyecanla birbirimize bakıyoruz. Bir süredir sen de görüyorsun onları aslında; Taksim’de, Dikmen’de, Brezilya’da görüyorsun. Mahallende, Twitter’da, Facebook’da görüyorsun. Televizyonda ve gazetelerde yoklar pek, ama bu onları yok etmiyor, tersine daha da çoğalıyor, renkleniyorlar. Basit olanı karmaşıklaştırmaya, ulaşılabilir olanı imkansız kılmaya çalışanlara inat; farklı olanı dışlayana, kendine yeteni bağımlı yapmaya çalışana inat çoğalıyorlar. Egonun, iktidar istencinin ötesinde, sadece “bir ve birlik” olunabileceğine inanarak… Ötekileştirmeden, yargılamadan, saygı duyarak ve saygı görerek … “Ben sadece benim ve sen bana ne yapacağımı söyleyemezsin” diyerek… Her türlü totoliter tavrı REDdederek… Yürüyerek, koşarak ve bazen de durarak… Sabırla, saygıyla ve paylaşarak…  

Dünyanın evrildiğini, barış dilinin yayıldığını, insanların kendilerini korkmadan ifade ettiklerini görmüyorsan senin için üzgünüm. O kadar çok şey kaçırıyorsun ki!

12 Nisan 2013 Cuma

Du Bakalım



Şimdi şöyle oluyor; sen kendini “biri” sanıyorsun ve de akıllı. Kül yutmaz, adil,cesur, agresif. Lider ve entelektüel; duyarlı ve empatik. Hayal dünyasını, gündelik yaşama rağmen koruyabilen.. Neyse işte.. Sonra bir şey oluyor; sen kendini “minnacık” hissediyorsun ve aptal. Kandırılmışlık hissiyle debeleniyorsun. Haksızlığa uğramış ve işe yaramazsın o an. Tabi bildiğin her şey anlamını yitiriyor. Adalet ve aidiyet, kitap ismini çağrıştırıyor sadece. Etrafta dolaşan kocaman bir soru işareti oluyorsun. Arada ünlemleşmeye yeltensen de sesin çıkmıyor. Kolay değil küüüt diye her şeyin ters yüz olması. Sonra yine bir şey oluyor. Sen kendini “biri” sanmak istiyorsun, ama dilin yandığı için “du bakalım, hemen havaya girmiyim “ diyorsun. 

Bildiklerini tekrar gözden geçiriyorsun. Cesaretin “körlemesine dalış”tan daha farklı bir anlamı olduğunu, adaletin iki taraflı bir madalyon olduğunu, kül yutabileceğini hatta kül kusabileceğini falan anlıyorsun. Aptallık ile akıllılığın oranları değişse bile, her bünyede mevcut olabileceğini kabulleniyorsun. Duyarlı olmanın ve empati kurmanın insanoğlu ile ilişkilerin her aşamasında işe yaramayacağını da kavrıyorsun haliyle. Hayal dünyanı korumaya devam edebildiysen bu evrilmeler esnasında, şanslı oluyorsun. Çünkü “gerçekte olduğun kişi”ye ulaşma yolundaki tohumların muhafaza edildiği yer orada.
 
Şimdi, bu yazıya bir son gerek, ama son yok. Zira hayat hala devam ediyor ve evrilmelerin ne zaman nerede seni bulacağını bilmiyorsun. Evet.

8 Nisan 2013 Pazartesi

Nehir ve Soğuk Adam



 ---1----
22 Aralık 2008

Akşamdan kalmışlığın verdiği mide yanmasını bastırmak için mutfakta bir şeyler aradı. Dolapların birinde bulduğu komik şekilli kurabiyeyi ağzına atarken, yine o meşhur sorusunu sordu kendine; bu sefer olacak mı?
Bakalım, diyerek odasına döndü. Karşı apartmanın karanlığına bakan penceresini açtı ve bilgisayarın başına oturdu. “Bugün olmalı, artık olmalı. İstedikleri gibi bir şey yazabilirim...” diye mırıldanırken, diğer odada hala uyumakta olan sevgilisini düşündü. Birazdan uyanacak, sabahın köründe nereden geldiği belli olmayan sinir bozucu bir enerji ve mutluluk haliyle yanına gelecek “günaydııın aşkım, hadi bir şeyler yiyelim” diyecek ve zaten zar zor sağladığı konsantrasyonunu o sevgi pıtırcıklığıyla bir anda yok edecekti. Ama artık buna bir son verebilecek güçte hissediyordu kendini. Biraz üzülecekler, biraz bağrışacaklardı, ama en iyisi bitmesiydi. Bunları düşünürken içeriden yükselen “günaydınn aşkım, kahve ister misin? “ sorusunu duymazdan gelerek klavyenin tuşlarına sertçe dokunmaya başladı. Gelişigüzel kelimeler yazıyordu ardı ardına. Ve sonra tekrar siliyordu. Gözleri, izmaritle dolu küllüğün altında duran dosyaya kaydı.
“Lanet olsun yaa! Lanet! Lanet!” diye bağırdı. “Nasıl bir ülke abi burası, nasıl bir memleket? Bir Allahın kulu da anlamaz mı bilimkurgudan!” Anlamıyorlardı işte, aylarca en büyüğünden en küçüğüne onlarca yayınevine gitmişti. Daha kitabın ilk cümlesini okuduklarında bakışları değişiyordu çok bilmiş editörlerin. Evet, belki de o ilk cümleyi değiştirmeliydi; “Uzayda hayat olmadığını iddia eden bir bilim adamı daha evinde ölü bulundu” yerine başka bir cümle kursa belki her şey değişecekti. Ama yapamazdı. Bu kitaba, daha da önemlisi yıllardır verdiği emeğe bir ihanet olurdu. Aylardır başka bir yol arıyordu. Hem bu kaypak edebiyat dünyasından intikamını almak, hem de uğradığı haksızlıkla yerle bir olmuş egosunu tamir etmek için bir yol… Ve o gün buldu.
--2---
4 Ocak 2009
“Alo Çağlar…Eevet benim… İyiyim sağol.. Haa o mu? Bilmem... Ayrıldık biz. Bir hafta falan oldu… Sağol sağol… Neyse ben seni başka bir şey için aramıştım… Bugün görüşebilir miyiz? Önemli oldukça... Tamam saat 3 iyidir. Tamam, biliyorum orayı… Hadi görüşürüz.”
--3--
7 Nisan 2009
Ülkem Gazetesi Kültür- Sanat Sayfası’ndan:
“.... ilk kitabı Nehir ve Soğuk Adam ile okuyucusuyla buluşan N... C... “yüreğim ile yazdım” dediği romanıyla ilgili olarak....”
En Son Söz Gazetesi Kültür- Sanat Sayfası’ndan:
“Nehir ve Soğuk Adam... Bir ilk roman için oldukça başarılı bulunan kitapta, yazınsal bir ziyafet sunuyor genç yazar N.... C...”
Yokluk Edebiyat – İnceleme Dergisi / İlk Eserler bölümünden:
“ ... hiçbir soğuk bu kadar titretmemişti masum ruhunu...’ Kitabın daha ilk cümlesi okuru kendine çekiyor...”
--4---
8 Nisan 2009
“Alo Çağlar…Evet gördüm gördüm hehehhe… Abi bunların topu salak yemin ederim. Yalnız çok kısa sürede organize etmeliyiz kitap tanıtım gününü, evet, hı hı… Ben de ondan tırsıyorum ya. Oturduk el alemin neydüğü belirsiz adamının romanını çevirdik bi güzel de… Valla biri uyanırsa mahfoluruz. Adam da amma duygulu yazmış ya .. bak bak isme bak “Irmak’ta Yüzen Sessiz Kalp” hahaha. Gizli kalmış Hollanda cevheri mübarek..
Bizim isim daha fantastik bence.. hahaha. Tamam arkadaşım.. sen birkaç arkadaşını daha ara.. tanıtım günüyle ilgili de şişirsinler bişeyler.. yok ama , ciddi örgütsünüz siz .. nasıl atıp tutmuşlar daha 1 sayfa okudukları kitap hakkında.. hahahha. Neyse kapatıyorum şimdi.. unutma tarihi söylemeyi .. evet 18 Mayıs’ta.. sponsorla görüşücem bugün.. hadi öptüm”
--5---
18 Mayıs 2009
Aymilton Oteli’nin büyük salonundaki kalabalık, hafif mırıltılar ve arada yükselen şuh kahkahaları saymazsak, sakince bekliyorlar, az sonra başlayacak olan tanıtım konuşmasını.. Fonda çalan klasik müzik, ellerindeki şarap kadehlerine eşlik ediyor. Edebiyat dünyasının en klas isimleri, yazıya yön verenler, editörler ve yayınevi sahipleri, yeni şairler, usta romancılar.. Ve elbette medya dünyasının neferleri, hepsi bir arada... Birden müzik kesiliyor. beş kişilik bir müzik gurubu sahneye çıkıyor .. Tüm konuklar şaşkın, çünkü grup üyelerinin yüzlerinde rengarenk maskeler var, uzaylı maskeleri ... Ve elektro gitarın sesiyle irkiliyorlar. .. Artık fon müziği diye bir şey yok , yaşayan bir müzik var.. “Killing in the name of.. dı dım dı dım.. Killing in the name of”… O sırada yüzlerinde yine uzaylı maskeleriyle bir gurup insan ellerindeki kutuları konuklara dağıtıyor.. Killing in the name of... dı dım dı dım.. hediye paketleri... yavaş yavaş açılmaya başlıyor .. dı dım dı dım Killing in the name of... ilk kutu açılıyor ve ilk çığlık atılıyor .. Killing in the name of dı dım dı dım.... bir kitap ve üstüne iliştirilmiş bir not... “Şu an elinizde tutuğunuz şey kitap süsü verilmiş bir bombadır... eğer yavaşça yere bırakır ve aynı anda etrafınızda iki kez dönerseniz bir şey olmayabilir.. ya da bence direk kaçın!!” dı dım dı dım Killing in the name of!!!!!
İkinci bir çığlık duyuluyor ardından üç, dört... Müziğin harareti yükseliyor... Salondakilerin bir kısmı kımıldamadan duruyor, kocaman açılmış gözlerle etraflarına bakınıyor... Bazıları kendi etrafında dönüyor...Ve büyük bir kısmı da koşar adımlarla çıkış kapısına yöneliyor... Bir anda müzik susuyor... yazarımız sahnede...Elindeki mikrofona bakıyor, bakıyor... Gülümsüyor... “Bu eserimi yaratmama yardımcı olan herkese sonsuz teşekkür ederim.. umarım küçük hediyelerimizi beğenmişsinizdir... uzatmayacağım, sadece minik bir temennimi paylaşmak istiyorum sizlerle sevgili misafirler... umarım bundan sonra görüşeceğimiz tek yer cehennem olur.” Diğer elinde tuttuğu kumanda aletinin düğmesine basıyor...Aynı anda 500 kadar kitap süsü verilmiş nesne havalanıyor ve komik sesler çıkararak tekrar yere düşüyor... Salonda çıt yok... Sahneden inmekte olan yazarımızın ince ve yüksek topuklu ayakkabılarından çıkan tıkırtı dışında...

I'm Deranged. David Bowie soundtrack "Lost Highway" 1997

Biraz iyi müzik...




4 Nisan 2013 Perşembe

Black Mirror Üzerine




Black Mirror… Bu İngiliz yapımı dizi ile tanışmış olmaktan gerçekten mutluyum.. Zira ciddi bir sistem eleştirisi, insanoğlunun teknoloji-bilim ile imtihanı ve daha bin türlü hali mevzu bahis. Sert ve sarsan hikayelerini, aslında son derece basit ve anlaşılır konular üzerine kondurabilmeyi başarmış olan diziyi izlerken, sosyolojiden, bilimkurguya, aşktan, felsefeye, Facebook’tan Twitter’a dolanıp duruyorsunuz. Ayrıca tempo neredeyse hiç düşmüyor ve her bir bölümü farklı bir yönetmen tarafından çekilmiş dizi neredeyse sinema filmi
tadı ile belleğinizde yer buluyor.


Diziyi ilk kez izleyecekler için mutlaka birkaç öneri-uyarı yapmak lazım. Ama merak etmeyin sürprizlerinden ya da sarsıcılığından bir şey kaybettirecek uyarılar değil bunlar.

Birincisi mümkünse diziyi (özellikle ilk bölümü) dolu bir mideyle izlemeyin. Tesadüfen benim midem boştu ve buna bu kadar mutlu olduğum pek az an yaşamışımdır.

İkincisi eğer sıkı bir hayvan hakları savunucuysanız (yine ilk bölüm için geçerli) dizi sizin üzerinizde hedeflenin üstünde bir tahribata yol açabilir. İzlemeseniz belki daha iyi, amaaaann başka dizi mi yok sanki?

Üçüncüsü yanınızda, yörenizde yaşı küçük olan biri varsa izlemeyi başka bir zamana bırakın. Zira +18 lik öğeler barındırıyor.  

Peki neden izlenmeli Black Mirror? Biraz da buradan bakalım... Şimdi, her şeyden önce girişte de değindiğim gibi ciddi bir sistem eleştirisi barındırıyor hemen her karesinde. Sisteme entegre olmuş insanoğlu ile olamamışların hikayeleri yer yer paralel gidiyor, bazen de mücadeleye giriyor. Bilimkurgusal öğelerin üzerine kurulmuş hikayeleri garip bir biçimde kabulleniyorsunuz. En olmaz dediğiniz şeyi izlerken bile, bir süre sonra kendinizi "evet bu olabilir" derken buluyorsunuz. Bir süre afallayıp sonra düşünmeye başlıyorsunuz. İçiniz acıyor şu an içinde yaşadığımız reel ve sanal dünyanın bizleri getirebileceği tüm bu olasılıkları düşünürken. Ne yalan söyleyeyim, dizinin 3 bölümünü izledikten sonra bir süre Facebook'a ve Twitter'a giremedim. Sonra fark ettim ki insanoğlunu istenmeyen o noktaya getirebilecek olan her şey, aslında yine onu o noktadan döndürebilecek güce de sahip. İşte konu buradan sonra biraz daha derinleşiyor... Bu da başka bir yazının başlangıcı olsun....